Monday, January 20, 2014

SARIGÜL VE KAÇAN TARİHİ FIRSAT

Hepimiz farklı sebeplerle, farklı ümitlerle 30 Mart’taki yerel seçimleri bekliyoruz. Gözlerimizin İstanbul ve Ankara’daki Belediye Başkanlığı seçimlerine kilitlendiği şu son bir kaç ayda, herkesin kendince tahminleri ve beklentileri var. Ben ise 8000 km öteden, Türk politikasından coğrafya olarak çok uzak biri olarak bile büyük bir heyecanla Sarıgül’ün seçim kampanyasını bekliyordum. Değişim kıvılcımını İstanbul’dan başlatma ihtimalinin ötesinde, yeniliklere acik, genç seçmenlere yakın duran, ve markaların gücünü anlayan Sarıgül’ün seçim kampanyası ile ezber bozmasını bekliyordum. Maalesef, yerel seçimlere iki ay gibi bir sure kala, Sarıgül’ün “internet gazeteciliği”nden öteye gitmeyen sosyal medya kullanımına ve İstanbul’daki seçmeninin midesine kelebekler salmayan kampanyasına ve hareketlenemeyen (kendi deyimiyle) halk hareketine her bakışımda bu tarihi fırsatın kaçışına üzülüyorum. Sosyal medya kullanımının dünyanın ilk beşinde yer aldığı bir ülkede yapılabilecek ama çeşitli sebeplerden yapılmayan veya yapılamayan bu tarihi kampanyaya ah vah ediyorum.

İki hafta önce İstanbul’daydım. Bu kadar başa baş giden bir kampanyada sokaklarda adaylara dair, özellikle değişimin adayı Sarıgül’e dair, hiçbir iz görememek beni şaşırttı. Yollarda yürüyen insanların üzerlerinde sari atkılar, evlerde ve arabalarda asilmiş “Çare Sarıgül” bayrakları, duvarlarda Sarıgül’ün resimlerini görmeyi umuyordum galiba. Bir an aklıma Kasim 2012 deki Amerika seçimlerinden önceki bir anim geldi. Seçimlere çok az bir zaman kala Obama’nin bütün secim merkezleri gibi Chicago’daki Seçim Ana Merkezi de arı gibi çalışıyordu. Gönüllüler de dahil olmak üzere herkes sabahın erken saatlerinde girdiği binadan gece yarılarında çıkıyordu. Doğumgünümü Seçim Ana Merkezi’nde geçiştirmeme isyan eden arkadaşlarım zorla beni yemeğe çıkarmak istedi. Yemeğe beş dakika kala apar topa çıktığım Seçim Ana Merkezinden (Headquarters) üzerimde büyük harflerle Obama For America yazan bir sweatshirt ile arkadaşlarımın seçtiği restaurantta doğru yola koyuldum. İyi giyimli insanların olacağını bildiğim bir mekana bir sweatshirt ile gideceğim için huzursuzdum aslında. Ama ne kadar yanıldığımı içeri girer girmez anladım…. Restaurantta üstümdeki sweatshirt’u gören insanların bana olan sevgi gösterilerini, omuzuma destek sözleriyle vurmalarını, hatta kimilerinin alkışlamalarını hiçbir zaman unutamayacağım. Seçimlere haftalar kala herkes bu heyecanı hissetmeye başlamıştı. Obama’ya olan sevgi ve seçimin heyecanı sokaklarda ve mekanlarda hissediliyordu. Obama’nın kampanyası çok fazla insana ulaşıyor; sosyal medya sokağı, sokak sosyal medyayı destekleyerek herkesin heyecanına heyecan katıyordu. Böyle bir enerjiyi İstanbul’da Sarıgül için görememek beni üzdü. Çünkü Sarıgül’ün de benzer bir atmosferi yaratabilecek karizması, vizyonu, ve marka değeri olduğuna inanıyorum. O yüzden kaçan bu tarihi fırsat, bu atmosferi birinci elden yasamış biri olarak beni çok daha fazla uzuyor.

Böyle bir kampanyayı yerel seçimlerde ancak Sarıgül yapabilirdi. Böyle ses getiren ve dinamikleri değiştirebilecek kampanyayı yerel seçimlerde yapabilecek bir tek aday vardı. Sarıgül! Sarıgül hali hazırda hem İstanbul’da hem Türkiye genelinde büyük bir politik marka. Yapılan çoğu ankette, Sarıgül Başbakan Erdoğan’ın arkasından toplum tarafından en beğenilen lider olarak çıkıyor. Bu Türkiye koşullarında sadece bir ilçenin belediye başkanlığını yapmış bir lider için çok önemli bir başarı. Bu sonuç aslında Sarıgül’ün kendi markasını ne kadar iyi yönettiğini ve isminin etkinliğinin İstanbul’un dışına taşıyabildiğini gösteriyor. Belediye Başkanı adaylarının seçimlere üç aydan daha kısa bir sure kala açıklanması, benzer ses getirecek kampanyaların diğer Belediye Başkanlığı adayları tarafından yapılmasını zorlaştırdı tabii ki. Üç ay, daha önceden marka çalışması olmamış, seçmenler arasındaki görünürlüğü Sarıgül’e nazaran çok daha az olan bir çok adayın sosyal medya destekli bir halk hareketi başlatması ve belli bir hiza ulaştırması için çok kısa bir sure. O sebeple böyle bir hareketi ancak daha önceden bir marka değeri ve görünürlüğü olan, halkla ilişkisi zaten çok güçlü olan Sarıgül yapabilirdi.

Sarıgül’ün yapması gereken sadece sosyal medya kampanyası değil, dijital ve sosyal medya ile desteklenmiş bir halk hareketi idi. Gezi direnişi sosyal medyanın politik arenadaki önemine hepimizin dikkatini çekti. Birçok akademisyen ve uzman Twitter’in bu halk hareketindeki rolünü inceledi. Konunun tartışıldığı perspektifler farklı olsa bile herkesin buluştuğu ortak nokta sosyal medyanın Gezi’ye yön veren güçlerden biri olduğu idi. Gezi olduktan sonra Twitter’in rolü konusunda yapılan analizler pitircik gibi üremesine karsin, Türkiye’de yeni bir halk hareketi planlanmasında sosyal medyanın nasıl kullanılacağı ile ilgili hiç kimsenin maalesef tecrübesi yok. Böyle bir hareketi olduktan sonra analiz etmek ile bir politik aday etrafında sıfırdan baslayarak organize edebilmek çok farklı konular. Türkiye’de bu özelliklerde yeni bir seçim kampanyasının nasıl planlanacağını, hangi platformların ne zaman ne kadar nasıl kullanılacağını bilen ne akademisyen, ne sosyal medya uzmanı, ne de marka yöneticisi var.
Bu alandaki bütün kalıpları yıkan, dünyaya politik pazarlamanın nasıl yapılacağını ve toplumun nasıl bir amaç etrafında sosyal medya desteği ile örgütlenebileceğini en iyi Obama’nın secim kampanyaları gösterdi. Özellikle 2012 de yapılan Obama’nın yeniden seçilmesini amaçlayan kampanya – Obama For America – ileri teknolojinin, sosyal medyanın, ve en yeni analitik ölçüm sistemlerinin strateji üretmek ve kitlelere erişmek için kullanıldığı, halk hareketlerinin ve politik alandaki pazarlamanın kurallarını yeniden yazan bir kampanyaydı. Ben Obama 2012 kampanyası için Chicago Headquarters’da Digital & Tech Team ile beraber çalıştım. Birinci elden gözlemlediğim ve çalıştığım bu kampanyada, özellikle halk hareketlerinde sosyal medyanın politik arenada nasıl kullanılması gerektiğini, dijital ortamla “sokağın” koordinasyonunun ne kadar önemli olduğunu, ve hangi tip mesajlarin bu tip bir hareketlenmeyi sağlayabileceğini öğrendim. Maalesef böyle kapsamlı, marka+sosyal medya+halk hareketi üçgeninde planlanmış, bu zorlu yarışta Sarıgül’ün elini güçlendirebilecek bir secim kampanyasını Türkiye’de Sarıgül’e verebilecek kimse yok. Marka var, başa baş bir secim var, sosyal medyayı kullanan bir seçmen kitlesi var. Bütün şartlar uygun… ama yapabilen yok! Diyorum ya… Hay bin kunduz!

TT olmaya çalışmak bir sosyal medya stratejisi değil. Marka yönetimini anlamayan birisi sosyal medya stratejisi planlayamaz. Sosyal medya stratejisi Twitter’da 140 karakterlik bir mesaj yazmak, Sayın Sarıgül’ün hesabında yapıldığı gibi Twitter’da fotoğraf silsileri paylaşmak değildir. Özellikle halk hareketlerini destekleyecek sosyal medya kampanyalarının planlanmasında marka yönetiminin bir çok ilkesinin göz önünde bulundurulması gerek. Türkiye’de sosyal medyanın markalar tarafından kullanımı zaten hali hazırda çok sınırlı. Politik arenada ise, bütün partiler maalesef AKP’nin Gezi zamanı kurduğu Ekip denen grubun sataşma ve dikte kültürüne dayalı TT/etiket yaratma oyununu oynuyor.  Bu nedenle politik arenadaki Twitter’in kullanımı ve adayların ve partilerin sosyal medya stratejileri de TT olma hedefinin ötesine geçemiyor. Bir şekilde görünürlüğü sağlamaya yönelik bu etiket (hashtag) taktikleri, ne yazık ki kullanıcılar acısından bir “sidik yarışının” ötesine geçmediği gibi, adayların, liderlerin, ve partilerin marka değerlerine ve kampanyalarına da anlık küçük görünürlüklerden başka katkı sağlayamıyor. Sarıgül ve ekibi burada doğru bir karar alarak bu etiket savaşından uzak durarak isabetli bir karar verdiler.

Sosyal Medya yönetimi hızlı tempoludur; dikkat, koordinasyon, ve planlama gerektirir. Maalesef stratejisi fotoğraf paylaşmaktan öteye gitmeyen Sarıgül sosyal medya kampanyası hata üstüne hata yaparak ilerliyor. Twitter’dan atılan tweetler kendini tekrar eden kuru mesajlarla sınırlı kaldığı gibi bir çok sosyal medya kriz ani da iyi yönetilemiyor. Ocak ayinin başında başlatılan #SarigülünGercekYüzü adli tagi 12 saat boyunca kontrol altına alamayan Sarıgül’ün sosyal medya yöneticileri, 12 saat sonra “iste Sarıgül’ün gerçek yüzü” diye bir tweet atıp sonra sildiler. Sarıgül’ün hesabından atılacak bir tek doğru tweetle çözülebilecek bu sorun, geciken isabetli cevap yüzünden 12 saat boyunca dijital ortamda bir diskurun oluşmasına ve Sarıgül’ün markasının zedelenmesine müsaade etti. Sarıgül bir tek TT ile yıkılamayacak kadar iyi bir marka olmasına rağmen, secimler için çalışan bir sosyal medya yöneticisinin böyle durumları önceden öngörüp, plan yapmış olması gerekiyordu. Obama’yı eleştiren bir Clint Eastwood konuşmasına Obama kampanyasının Twitter'dan verdiği hızlı ve doğru bir cevap milyonlara anında erişmiş ve kampanyanın yönünü değiştirmişti. İyi planlanmış bir sosyal medya stratejisinin kriz anlarında markanın alacağı darbeyi hafifleteceğini unutmamak lazım. İkinci olarak, 12 saat sonra atılan -  esasında yanlış bir cevap olan – tweeti 10 dakika sonra silmek ise olayın üstüne tuz biber ekti. Böyle büyük kampanyaları yöneten kişilerin sosyal medya da mesajın ne kadar çabuk yayıldığını bilmeleri, ve çalıştığı kişilerin kalibrelerine yakışır dikkatte isi yönetmeleri gerekir. Üçüncüsü, ne kadar Sarıgül kampanyasından bunlar fotoskop diye bir yalanlama gelse bile, maalesef Sarıgül’ün sosyal medya sorumluları takipçi siteleri kullanıyorlar. Bunu binbir şekilde ispat edebilirim ama Sayın Başkan’a saygımdan burayı es geçiyorum. Ve bu takipçi sitelerinden alınan desteğin suçunun asla Sayın Sarıgül’de olmadığını da eklemek istiyorum. Bu Sarıgül’ün sosyal medya stratejilerini veya sosyal medya hesaplarını yönetmek için tuttuğu insanların hatasıdır. Organik olarak takipçi kazanmayı bilmedikleri için ellerinde bir tek bu yöntem kalıyor. Bu yöntemle kazanılan takipçiler de maalesef Sarıgül Twitter hesabından gelen mesajları yaymakta efektif bir rol oynayamıyor. Bu sebeple Sarıgül’ün hesabından atılan tweetler yeterli RT alamıyor ve sosyal medyada bir diyalog başlatamıyor. Sarıgül’ün sosyal medya kampanyasında o kadar çok hata var ki, hepsinin detayına girmek istemiyorum. Başıboş Facebook sayfasından, bir köseye atılmış Instagram’dan, kendi hesabi yerine yanlışlıkla Sarıgül’ün hesabından tweet atan yöneticilerden söz bile etmiyorum. 

Sosyal medya ile desteklenmiş halk hareketleri liderlere uzun vadede büyük fayda sağlar. Bahsettiğimiz kalibrede bir yerel seçim kampanyası İstanbul Belediye Başkanlığını kazansa da kazanmasa da Sarıgül’ün uzun vadede çok isine yarardı. Eğer Sayın Sarıgül İstanbul Belediye başkanlığını kazanırsa, böyle bir kampanya Belediye Başkanı olarak yapmayı planladığı projeler için kamuoyu oluşturulmasında kendisi için büyük bir temel oluştururdu. Eğer Sarıgül yerel seçimleri kazanamazsa, böyle bir secim kampanyası kendisinin marka değerini perçinler ve gelecekteki kariyer planları için halk desteğinin oluşturulmasında da etkili olurdu.

Diyorum ya….. aklim almıyor. Böyle bir fırsatın Sarıgül gibi ileri görüşlü, gençlerle içli dişli yaşayan, Nişantaşı’na bütün markaların getirilmesinin ne kadar önemli olduğunu bilen bir marka duayeni tarafından kaçırılmasını aklim almıyor. Topbaş – Sarıgül rekabetinin sonuçlarının sadece yerel seçimlerin tansiyonunu değil 2016’daki genel seçimlerin de kaderinde rol oynadığını herkes bir şekilde biliyor. SONAR’in son anketine göre oyların Topbaş ile Sarıgül arasında %44’ler civarında bölüşüldüğü söyleniyor. Bir oyun bile bu kadar önemli olduğu bir kampanyada Topbaş’a kıyas ile yukarıda belirttiğim gibi bir çok kozu olan Sarıgül’ün neden bu gücü elinin tersi ile ittiğini anlayamıyorum.

Ben kendisine ulaşmaya ve bütün bunları anlatmaya çalıştıysam da özel kalem müdürünün ötesine geçemedim. Türkiye’de herkesin birbirinin arkasından iş çevirdiği bu politik ortamda, Amerika’da yaşayan kendi halinde bir akademisyenin böyle bir halk hareketinin, böyle bir secim kampanyası konusunda heyecanlanmasını kimse anlamadı veya inandırıcı bulmadı galiba. Ben bir defa daha anladım ki, Türkiye’de bir lider ne kadar ileri görüşlü, yeniliklere açık olursa olsun, maalesef eski tarz politikayı düstur edinmiş ve yeniliklere daha az açık bir kadro tarafından korunuyor. Ve, maalesef Türkiye’deki politikanın tonunu lideri çevreleyen bu kadrolar belirliyor. Obama kampanyasında gönüllülerin bile fikirlerini dinleyen ve bazı alttan gelen fikirleri uygulamaya geçiren bir strateji grubunun aslında Obama’nın secimi kazanmasında ne kadar büyük bir payı olduğunu bir kez daha gördüm.

#SarıgülFarkı: Sarıgül uzun seneler içerisinde çizdiği imajını devam ettirmek ve bu imajı pekiştirmek için çok iyi tasarlanmış bir kampanya ile Türkiye politika arenasında bir devrim yaratabilirdi. Genç seçmenlerin oranının bu kadar arttığı bir ülkede artık teknolojiyi ve sosyal medyayı çok yaratıcı şekillerde kullanan liderlere ihtiyaç var. Sarıgül’ün Twitter hesabından geçen gün atılan bir tweette şöyle diyordu: “Bizim seçim kampanyamız, nesillerden nesillere anlatılacak ilklerle ve unutulmaz hikayelerle dolu olacak.” Maalesef olmadı, Başkanım. Çok bekledim, heyecanla bekledim ama böyle bir kampanya olmuyor. Çok büyük ve Türkiye’de ezber bozabilecek tarihi bir fırsat kaçtı. …

Sayın Sarıgül’e seçimlerde başarılar diliyorum. Daha yenilikçi kampanyaların altında imzasını görmek dileğiyle...

dr behice ece ilhan


--------
Dr Behice Ece Ilhan halen Purdue Üniversitesinde Pazarlama dalında Yardımcı Doçent olarak görev yapmaktadır. Dijital pazarlama, dijital marka yönetimi, dijital tüketici davranışları ve sosyal medya stratejileri konusunda araştırmaları olan Ilhan, benzer konularda dijital girişimcilere ve inkübatörlere de danışmanlık ve eğitmenlik yapmaktadır. Ilhan, 2012 Obama Secim kampanyası çerçevesinde Obama Chicago Ana Secim Merkezi’nde Dijital ve Teknoloji takımı ile beraber çalışmıştır.

Tuesday, October 11, 2011

Consumers: A Big Enigma





I've been meaning to write a new post for such a long time. Blame it on my crazy schedule or my Mediterranean soul (that has its own time and pace), I really didn't have time to write one. This one is time sensitive, so I somewhat have to write this or forget about it.

This weekend, I was around Chicago Apple Store on Michigan Street. I wanted to see how the Apple fans were mourning. Consumers embellished store's window with multi-color post-its.There were flowers and half bitten apples on the ground. I was not surprised by Apple fans' creative acts of showing their sadness to these somehow expected yet still sad news. At the end of the day, these are the same fans who waited and camped around Apple stores for multiple nights just to be the first ones getting their Apple goodies. It is evident that, for some consumers,  Apple is a lovemark in Kevin Roberts' words. The relation between the brand and the consumers is so intimate and strong. It was only expected that passing away of this iconic man would make Apple fans sad. Consumers posted personal notes to Steve Jobs in English, Korean, Arabic, Japanese, and in may other languages. (I had to add my Turkish one. REPRESENT! ;-)) Personal notes on these colorful postits were very enlightening interms of Jobs' impact on the lives of  the consumers. I attach the photos of couple of postits I found fun and creative.
Please show grandmom upthere
how to use an iPad


Thanks!




Probably nobody wants to read any more stories, blogs, or statuses about Steve Jobs. And, I hear ya! I do! I will not make this blog about Steve Jobs per se. I was more amazed by the two sets of consumer reactions happening at the same time. At one side, consumers were (and still are) fetishizing Apple's CEO Steve Jobs via many different ways. 10 minutes after Apple announcing his death, majority of my friends' fb statuses were about Steve Jobs. Next day his pictures were uploaded to many fb pages and blogs, many of my friends changed their profile pictures to Apple Logos with Steve Jobs as part of the Apple's bitten side. Twitter also  responded very quickly with many hashtags that were trending worldwide in the blink of an eye. Couple days after, now I see more detailed stories and blogs about Steve Jobs. And, I just read that his black turtleneck is sold out on most retailers.
Thanks you changed our lives
I wish I could bring you back, 
but there isnt any app for that


On the other side, around the same days, US was witnessing a very strong grassroots movement, Occupy Wall Street, that criticizes the unequal distribution of wealth in States and mostly pointing out to the unfair earnings of the CEOs. I was scratching my head while looking at the two different faces of the consumer. What was going on?Was this a manifestation of celebratory postmodernism? A welcoming and celebrating manner and attitude towards the fragmentation and conflicts in the society? Allowing the existence of multiple discourses even when they are conflicting? Celebratory postmodernism might be one explanation for some to describe these two conflicting yet co-existing consumer practices. But, as I thought more about the notes on Apple store windows, I realized that consumers’ reactions would be very different had it been any other CEO passing away. Most of the post its were repeatedly thanking Steve Jobs. Thanks! Thanks! Thanks for changing our lives! Thanks for making computers cool! Many consumers were thanking Steve Jobs for making their lives better, easier, updated.... Some of them were claiming that their lives were never gonna be same again. One of the post was mentioning a blind son who finished college with the help of an Apple technology. Consumers see, acknowledge, and appreciate the value Steve Jobs brought to their lives. And, at that juncture, consumers care less about Steve Jobs's CEO status or how much money he made. Jobs' life story and his creativity legitimized Steve's right to make more money. Consumers' benefit-cost accounting proved Steve as valuable agent for their lives. Question is: Is there a lesson for the marketers here? I believe so. As marketing people, we are responsible for enhancing the consumer welfare, in one way or other. The reputation of our profession is threatened by our inaptitude to create value. As a marketing and consumer behavior scholar, I want to pay tribute to Steve Jobs for re-positioning marketing as a value adding process. His story illustrates the relevant creativity required for trend-changing marketing decisions. And, I thank him for that!
Heaven just went digital


Steve, you were the Apple of our i

Thursday, May 12, 2011

Transmedia Brands: Are Automobiles the Pioneer of Transmedia Storytelling in Non-Entertainment Products?

Most of the transmedia scholars and practitioners agree that transmedia storytelling (TM) is not limited to entertainment contexts but also applicable to a wide variety of non-entertainment brands including political figures like Obama, consumer goods like Coca Cola, or sport franchises like WWE. Transmedia is an equally relevant and lucrative strategy for non-entertainment brands. Audi 5, for example, is found out to be one of the most engaged brands on Facebook and, similarly, Coca Cola, Starbucks, and Obama are among the most popular Facebook fan pages in a list surrounded by several entertainment brands like Eminem, Gaga, and Bieber. Despite its huge potential, transmedia hasn’t fully utilized this promise in non-entertainment product categories. In the contemporary marketplace, every product and brand has the entertainment zest or at least the potential for it. In Rob Kozinets’s words:

‘Consumer culture and pop entertainment culture have collided and intermingled…Soda pop and pop culture. Marketed together, and marketed the same ways.’
I am very much interested in transmedia brands and how TM can be utilized by brand managers to tell stories of brands across social and traditional media platforms. While trying to understand the extent and the ways transmedia can be applied to non-entertainment products, I came across several examples of automobiles\cars that employed these transmedia principles as part of their IMC and branding strategies. Full-fledged transmedia projects that use variety of media platforms where stories are systematically distributed and coordinated are still very limited in number. Even in this particular product category. Yet, some IMC campaigns of cars -- although in varying degrees -- make use of TM principles: creating intertextual, layered and complex brand stories, coordination and use of multiple media platforms to disperse some back stories, and worldbuilding.

Creating and perpetuating deep brand meaning through narrative –– the narrative view of brands–– is not new to marketing scholars. Although a brand’s use of stories is not sufficient to label any IMC campaign as transmedia, I think, it is an important early stage of transmediation. In a marketplace and mediascape where most of the brand building and brand development strategies are dominated by studying brands as collective of associations –– attributes or benefits that differentiate a brand from competing brands –– changing the lens to the narrative view would definitely help with the transition of non-entertainment brands to the transmedia-scape.

Several car brands recently adopted this narrative view. In spite of the general car commercials that focus on the attributes of the cars like reliability, precision (e.g. Honda ) safety etc. , Toyota’s Happy Camry Family commercial, for example, portrays  each family member telling his or her own experiences and memories of Toyota Camry.  Some brand stories also embed cultural references into their stories. This intertextuality is an important characteristic of layered and complex transmedia narratives. Chrysler’s very recent Super Bowl ad story-fies this American-made car brand using the intertwined stories of the Detroit City, the American car produced for the American people, and industrialization in US. The commercial stresses that this is the backstory of Chrysler as told by the people living in that Motor City. Moreover, Eminem’s story as a rebellious rapper from Detroit adds some depth and layer to Chrysler’s brand story.  Similarly, the latest Volkswagen commercial The Force uses one of the well-known cultural references of the American popular culture – Star Wars.  The commercial, in a very emotionally engaging way, tells the story of a girl who is in love with Star Wars –– the pink rooms, the dolls, yes I think it is a girl –– and her failed attempts of using her Force.

Besides using narratives and cultural references, some IMC campaigns perform worldbuilding practices through coordinated storytelling across a multitude of media platforms. By creating stories that cannot be fully explored within a single work or even a single medium, these producers court consumers across media platforms. This is one of the basic principles of transmedia storytelling. In 2001, BMW released The Hire campaign, an eight-part web series directed by eight major filmmakers, including Guy Ritchie and John Woo starring Clive Owen ad Madonna. Over 21 million people watched the series on the web in its first year alone, and in four years the series has been watched by over 100 million viewers. In addition to DVDs and streaming, BMW extended the storytelling to comic books. The Hire campaign illustrates the successful integration of content and media in an integrated marketing communications campaign to build brand visibility and awareness in a new younger target market. In addition to cross-platform consumption, The Hire also assisted with the community building for the brand.

Simiarly, Audi launched the Audi Heist campaign in 2006.  The campaign started with a viral video showing Audi 3 getting stolen from the dealership a night before the car was supposed to make its first appearance in one of the biggest auto shows in America. Participants got involved in the mission to find the stolen car by following bits and pieces of the puzzle in various mediums like ARG (Alternate Reality Game), Yellow Pages, flyers, across the Net, newspapers, and magazines. Producers’ attention to detail and authenticity in this campaign showed the importance of coordination in TM branding campaigns.

Although on a smaller scale, Mini’s latest mobile hunting game uses a similar mobile-offline transmedia involvement with the brand. Mini’s “Capture the Mini Stockholm” campaign asks participants to hunt and catch a virtual Mini in Stockholm using their mobile apps. Participants locate the virtual Mini on their app, try to get 50m close to it, and then get (possess) this virtual car.  Any other participant who gets within 50 meters can steal the car away from then-possessing participant. The objective of the game is to get\catch the virtual Mini and also to protect it for a week. If you have the Mini on your phone for a week of gaming, you win a real Mini Countryman.  So don’t be surprised if you see people running away from you on Stockholm streets ;p

Following its pioneer role in The Hire, BMW has recently started the Activate the Future campaign to create some awareness before the launch of their first electric car, BMW ActiveE.  Activate the Future campaign focuses on the concept of the future of mobility.  The campaign uses several media platforms to tell the story of the future and the mobility from the perspectives of astronauts, futurists, designers, city planners and so on. Activate the Future campaign uses documentaries, Facebook fan pages, mobile apps, twitter accounts, and also links to some books about the future and the city as media platforms. I am following BMW’s Activate the Future “Wherever You Want To Go” campaign very closely. I will blog about BMW ActiveE more in the coming weeks. Seeing Faris Yakob, a familiar name for the transmedia circles, in the steering wheel of this campaign makes me more curious about how Activate the Future campaign would unfold. Faris,  hints at the transmedia idea behind the documentaries and other media as: "The films are designed to be non-linear and hypertextual. You can explore additional pieces of content around the primary narrative."

In short, the ways we use stories for branding have changed. We have come long way from using BMW’s in James Bond’s movies as product placements. Although those were also very creative use of marketing tools at the time, we don’t only put brands in stories anymore but we create and develop stories around and about brands. My objective with this post is neither to present some recipes about extending transmedia to non-entertainment products nor to provide a roadmap. I am doing that in a journal paper. Talking about transmedia ;-) In this post, I am just playing with the question: In spite of the sporadic and idiosyncratic use of transmedia principles in non-entertainment contexts, might these many examples in a specific product category point out to a pattern that we should study further?

Unfortunately, as transmedia scholars and practitioners, our discussions are still focused on defining what transmedia is or what is not. At this juncture, more interesting questions about transmedia explore the possible and relevant manifestations of the concept like transmedia consumption (my dissertation explores that. Stay tuned!), transmedia branding, transmedia education, or transmedia activism.

What can we learn from the use of TM  in the above examples so that we can expand the application of transmedia branding strategies to wide-variety of non-entertainment brands? Can automobiles\cars be the pioneer product category that better lends itself to transmediation compared to other non-entertainment products?Is transmedia branding a good strategy for some products or brands and not for others?


Monday, May 2, 2011

Against My Grain [Question Mark]

My blogging adventure - from idea stage to the implementation - had been a spotty one...starting with Tumblr as a new year resolution in January 2010, then resuming my two Blogger accounts that I signed up in early 2008. My Tumblr found a path for itself that is very different than I intended. I let it be....Yet, regardless of the site - Tumblr or Blogger, the first post of my blogs is " Against My Grain [Question Mark] ". Let's stick with the ritual.


"“Why?”… This is the question I have to answer to myself.  Why do I really want to blog? I have felt complete without a blog until this day. So, why now? Maybe I am just looking for a new toy to curb my appetite for a while and then throw aside. First Facebook then twitter, 100 gram LinkedIn, and some other platforms that I am hiding in plain sight ….Maybe I am simply looking for a new medium to explore; just a new way of BEING. 

I was telling my mom about my new year resolutions and that’s how the blogging conversation came up. She is not a media addict of any form like many of us are. I explained her what a blog is and its format.  While telling her, my words sounded flat even to myself.   With a smirk on her face that I know since the early days of my childhood, she looked at my face and said in a voice pretending to be naive: “So, it is like talking to yourself.”  I wish she didn't see through things this clearly. I wish she didn't know my hand going to my neck when I feel anxious, the sorrow at the tip of my lower lip, or  my pulsing eye when I try to hide something from her. My mom exposing me ...repeatedly... definitely a story for another post. About the blogging, she was right. As usual! When your mom is an attorney, you have to get used to her being right! ( I definitely developed some offensive strategies tough) :sigh: Maybe we started to be engaged in self conversations. Maybe we are scared that we will accidentally make people uncomfortable or intrude their lives if we address them personally. So we tell our part of the story and throw it in this endless abyss of words, texts, and noise.  With this blog I contribute to that entropy as well.

I always thought that blogging has somehow replaced the diary or scrap booking practice. I have never had a diary in my entire life. I used to scrapbook around middle school for a short while but was not keen on that either. I guess, I wasn’t one of those people who wanted to make everything tangible on a notebook page in print or on a photo shoot filtered through a camera lens. I have always thought that these type of efforts are aimed at stopping the time or make life more tangible. The meaning of life for me is not in these frozen and constructed moments but more in between them and definitely not 42. While you are trying to adjust the camera to take the photo of fireworks or writing about life, the life itself parades in front of you. 

Another reason I don’t want to distribute my thoughts across the Net is the pace that my intellectual capital is evolving. What I think now and what I might think two weeks later about a particular subject might conflict. So along this journey, I keep my right to be in conflict with myself. That doesn’t mean I am wishy washy. I have a very strong spine. Sometimes stronger than necessary. I have strong and rooted positions, perspectives, and sensitivities on several topics. But more I learn, more I realize how less I know. I want to be the student of life as much as I can afford. The thirst and curiosity of knowing more changes me… deconstructs me and reconstructs me over and over. After these small metamorphoses, I look back and I feel proud of myself and of my growing and adapting ability.

Aside from the idea of blogging, I am also confused about the possible contents of my blog. I don’t want this to be the nth chapter of my dissertation. But I don’t want it to be the perfect opportunity for my cynical and critical political self to whine.  I hardly talk about my personal life on the Net or in any other public place for the truth of the matter. So, that’s left out, too. Memories…..NO! I have some memories that I am too jealous to share and tell even to myself. I keep them at the dearest part of my memory and only bring out at certain times with care.   I feel like they will get less if I put them into words…I keep the memory of smells, whispers, heartbreaks, stomach cramps, kisses, tears, winks, smiles,  laughters, and stares that I cannot  and, above all, do not want to share with anyone. So , I am really stuck as to what to tell here. I go back to square one….If I don’t know what to say, why do I want to blog?  Gelin ata binmiş ya nasip! (A Turkish idiom. The ones who know the meaning of the idiom should explain to the ones who don’t )

So I take it easy…. I will write when I want, what I want about…. Maybe I will delete them on the way. That’s probably why I named my blog “Printed on the Water”. I thought about the title for a while. Coupled with my love for water, I like the idea of writing on the water.  Sharing it with water and letting it adopt everything you have written. I don’t think what I will say is too serious to be written in stone and to be kept permanently. I am aware that I am just a very small part of this endless social construction.

I think my biggest motivation for writing anything expressive is driven by my itches. My statuses, my tweets, and even my dissertation are all products of my itches and brain itches… of the ones I can scratch and the ones I cannot. Brain itches…unfortunately I had too many of those as well. Throughout my life, I have suffered from an overworking brain as much as I have benefited from it. So I sometimes question whether having a working mind is a gift or a curse. This blog might be a way to scratch these brain itches I had for a long while….at least to sooth them.  *rolling eyes* I have another blog titled "Brain Itches of a Heretic" where I would more write about those itches.

This is the  baby step… When I grow up in this blogging game or if I ever grow up… I want to be like my Yoda, aka Rob Kozinets and write a blog like his – Brandthroposophy."

I Blog...